Perdedeki Kadınlar

Bir Adım – Bin Ses sergisinin Perdedeki Kadınlar bölümünde, kadın karakterlerin dönüşümüne dair üç film bulunuyor. Seçilen her film bambaşka hikayeler anlatsa da bir noktada buluşuyor: Klasik sinema anlatısında alışageldiğimizin aksine, kadın karakterlerin özne olarak konumlandırılmaları ve çevrelerinden bağımsız var olmaları. 

Kadınlar, tarih boyunca dinî ve siyasi otoritelerle kararlılıkla mücadele etti. The Messenger: The Story of Joan of Arc filmi; kadınların geleneksel rollerini aşarak nasıl liderlik pozisyonlarına yükselebileceklerini, nasıl toplumsal değişimin öncüsü olabileceğini örnekliyor ve toplumsal cinsiyet rollerini sorgulatıyor. Bireylerin kendi kaderlerini yönlendirebileceklerine ve kararlılığın cesaretlendirici gücüne işaret ediyor.

Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof filmi ise, toplumsal adalet için, sistemle çatışan bir kadının öyküsüyle, bireyin sistem karşısında yalnızca pasif bir gözlemci değil, aynı zamanda nasıl aktif bir mücadeleci haline gelebileceğini gösteriyor. Karakterin yaşadığı dönüşümün, toplumdaki adaletsizliklere karşı duyulan öfkenin nasıl bir şiddet sarmalına dönüşebileceğine dair önemli bir uyarı niteliğinde.

Muhafazakar toplumlarda kadınlar eğitim ve özgürlük arayışlarını sürdürüyor. Peki bu durum 1950’lerde nasıldı?  Mona Lisa Smile’da, karakterler sürekli bir ikilemin içinde ve seçeneklerden birine karar vermesi gerekiyor gibi gözüküyor. Bununla beraber iki seçeneğin de tek potada eritilip hayata devam edilebileceği fikri, hep bir köşede duruyor.

Dönüşüm ve gelişimin hayatımızda daima var olması dileğiyle… İyi geziler dileriz!

Luna Erguvan & Eylül Devrim 

Siz de önemli bulduğunuz  feminist mesajlı filmleri paylaşmak istemez misiniz? Bildirilen film önerileri, “Ziyaretçiden sergiye” odasında yer alacak. 
İletişim: info@istanbulgendermuseum.org

The Messenger:The Story of Joan of Arc

the-messenger-1

Jeanne d’Arc kim?

Jeanne d’Arc, tarihte önemli bir kadın figürü olarak, hem askeri hem de dini bir kahraman olarak Fransa’nın kurtuluş mücadelesinde rol aldı.  15. yüzyılda, İngiltere ile Fransa arasında süren Yüz Yıl Savaşları sırasında, Tanrı’nın kendisine rehberlik ettiğini iddia ederek Fransız ordusunu başarıyla yönlendirdi.  Tarihteki önemi, sadece askeri başarıları nedeniyle değil, aynı zamanda kendi inançları ve gücüyle hareket eden bir kadın olması nedeniyledir.  Ancak, bu özelliklerine rağmen “cadı” ve “dinsiz” ilan edilerek yargılandı ve 1431’de henüz 18 yaşında iken yakılarak idam edildi. 

1456’da, bir engizisyon mahkemesi Joan’ın davasını yeniden inceledi, davada hatalar olduğunu fark ederek kararı bozdu. Daha sonraki dönemde şehit olarak saygı gördü. Roma Katolik Kilise’sinin itaatkâr bir kızı, erken dönem bir feminist, özgürlük ve bağımsızlık sembolü olarak tanımlandı ve  Fransa’nın ulusal sembolü haline geldi. 1922 yılında azize ilan edildi.

Jeanne d’Arc kahraman!

Jeanne d’Arc’ın hikayesi, zamanla güçlü bir edebi sembole dönüştü. Victor Hugo’dan George Bernard Shaw’a kadar birçok yazar, onu destansı bir figür olarak eserlerine taşıdı.  Shaw’un Saint Joan adlı tiyatro oyunu, Jeanne’ı kahramanlaştıran önemli bir eserdir ve  onun hem gücünü hem de trajedisini vurgular. Jeanne, adalet arayışı, azmi ve toplumun beklentilerine meydan okuyan karakteriyle feminist literatürde de güçlü bir sembol oldu.  Jeanne d’Arc’ın hayatı ve mirası, tiyatronun ötesinde romana, resim sanatına ve özellikle de sinemaya defalarca uyarlandı. ilk kez  1899’da  Jeanne d’Arc  ismiyle sessiz film olarak çekildi. azize ilan edilmesiyle birlikte film uyarlamaları arttı. 

Film

The Messenger: The Story of Joan of Arc filmi; kadınların kendilerinden beklenen geleneksel rolleri aşarak lider olabileceklerini  ve  tarih boyunca cazibesini koruyan, kararlılığın  cesaretlendirici gücüne işaret ediyor.  İzleyicileri,  toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamaya ve bireylerin kendi kaderlerini cesurca inşa etmeye davet ediyor. 

The Messenger: The Story of Joan  of Arc
Biyografi, macera, dram. Yönetmen: Luc Besson,  1999
Milla Jovovic, Dustin Hoffman, John Malkovich
The Mystery of the Charity of Joan of Arc kitabından uyarlama

Filmde, Jeanne’ın Fransa’yı kurtarma yolculuğu ve inançlarının peşinden giden bir lider olarak mücadelesi işlenirken, izleyici onun içsel hesaplaşmalarına da tanık olur. Jeanne’ın, aldığı vizyonlar aracılığıyla Tanrı ile ilişkisini sıkça gördüğümüz filmde, bu vizyonların gerçek mi yoksa yalnızca onun zihninin bir ürünü mü olduğu konusu belirsiz bırakılmıştır. Bu belirsizlik, Jeanne’nin ruhsal dünyasının karmaşıklığını ve toplumun inançları sorgulamasını öne çıkarır.

Film, aynı zamanda Jeanne d’Arc’ın bir kadın olarak yaşadığı zorlukları, dönemin toplumsal cinsiyet normlarına karşı verdiği mücadeleyle gösterir. Jeanne, savaş alanında erkeklerin dünyasında yer bulmaya çalışan bir kadın olarak, hem fiziksel hem de duygusal sürekli bir savaş vermektedir. Erkek kıyafetleri giymesiyle, orduya liderlik yapmasıyla, savaş alanında bir lider ve kurtarıcı olarak takdir edilmesiyle döneminin katı cinsiyet rollerine meydan okur fakat bu meydan okuyuşu ve  varlığını kabul ettirmesi, kadın olduğu için  sürekli bir direniş anlamına gelmektedir.

Filmin en etkileyici sahnelerinden biri, Jeanne’ın mahkeme süreci ve cadı olarak yargılanmasıdır. Mahkemede  sadece dini inançları nedeniyle değil, aynı zamanda bir kadın olarak bağımsız hareket etme cesareti de sorgulanır. Jeanne’ın cadı olarak damgalanması, kadınların toplumda ne kadar kolayca marjinalize edilebileceğini ve tehdit olarak görülebileceğini gösteren bir semboldür. Filmde, bu sahnelerle kadının bağımsız iradesine yönelik korkunun altı çizilir; Jeanne, kendi kaderini ve inançlarını savunduğu için cezalandırılan bir kadın figürü olarak sunulur.

Savaş ve idealizm

Filmdeki savaş sahneleri de Jeanne’ın idealizmi ile savaşın acımasız gerçekliği arasındaki çatışmayı gözler önüne serer. Jeanne, Fransa’yı kurtarmak için büyük ideallerle savaşa girse de, savaşın vahşeti ve kayıpları onu derin bir içsel çatışmaya sürükler. Bu, kadınların güç mücadelesinde yaşadıkları kişisel fedakarlıkların ve zorlukların da bir metaforu olarak okunabilir.  Jeanne, savaşın fiziksel ve ruhsal etkileri ile  kadın olarak mücadele etmenin anlamını aynı anda düşünür. 

Yönetmen Luc Besson,  Jeanne d’Arc’ı, sadece askerî ve dinî bir kahraman değil, aynı zamanda feminist bir sembol olarak da sunar ama aynı zamanda erkek egemen sistemin,  gücünü ve iradesini kabul ettirmek için savaşan Jeanne’a, toplumsal normlara ve otoriteye karşı gelmenin bedelini nasıl acımasızca ödettiğini de gösterir. 

Feminist mesajlar?

Filmde, Jeanne’ın bağımsızlığını koruma ve toplumdaki yerini yeniden tanımlama mücadelesi ve toplumun kendisini cadı veya azize olarak etiketlemeye çalışmasına rağmen, kimliğini savunuşu vurgulanır.  

The Messenger: Jeanne d’Arc filminde yer alan semboller ve göndermeler, Jeanne’ı yalnızca tarihsel bir figür değil, aynı zamanda kadınların toplumda güç kazanma mücadelesinin sembolü olarak da gösterirken,  Jeanne’ın yaşadığı zorluklar ve inançlarının peşinden gitme azmi ile  kadınları güçlendirecek   mesajlar içerir. Jeanne, yalnızca Fransa’nın kurtarıcısı olarak değil, kadınların kimliklerini ve özgürlüklerini savunan bir figür olarak da sunulur. 

Filmde Jeanne’ın gücünün yeterince öne çıkarılmadığı ve onun daha çok acı çeken bir figür olarak sunulduğu eleştirilse de feminist yorumcular, Besson’ın, Jeanne’ı yalnızca bir kahraman değil, aynı zamanda kırılgan bir insan olarak göstermesinin  önemine dikkat çekmişlerdir. 

Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof

Der Bader Meınhof Komplex

Ulrike Meinhof kim?

Gazeteci ve devrimci Ulrike Meinhof (1934 – 1976) 1968’lerin öğrenci hareketi geleneğinden geliyordu. 1970’ler Almanya’sının radikal solcu silahlı örgüt RAF’ın (Kızıl Ordu Fraksiyonu) üyeleri arasındaydı. Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim sözü ile tanınan Ulrike,  isyankar bir entelektüeldi.  Gazetecilik kariyerinden silahlı mücadeleye geçti.  Bu dönüşümde,  Soğuk Savaş’a ve Batı Almanya’nın kapitalist sistemi karşı oluşan radikal tartışma atmosferi rol oynamıştı. 

1950’lerde atom silahlarına karşı harekette aktif olan Ulrike,1960’larda radikal sol Konkret   dergisinde başyazar oldu ve   Batı Almanya’daki politik  ve toplumsal eşitsizliklere karşı eleştirel makaleler yazdı. Çalışan kadınların toplumsal rollerden kurtulmaları konulu 1960’lar sonundaki yazılarıyla kadın hareketindeki tartışmalara katıldı. 1970’de  RAF’ın  kurucusu Andreas Baader’in hapisten kaçmasına yardımcı oldu ve yeraltına indi.  Ulrike Meinhof bu kararıyla,  radikalizminin  sembolü oldu  ve  şiddet yoluyla devrim arayışı başladı. 1976 yılında tutuklu bulunduğu hapishanede ölümü ve bu ölümün intihar olup olmadığı, halen tartışılan bir konudur.  

Patriyarka ile mücadele 

Dario Fo, Kadın Oyunları 2  kitabında kadın gücünü ve toplumsal eşitsizliklere karşı kadınların mücadelesini işler. Bu eser, Fo’nun feminist bir bakış açısıyla yazdığı oyunları içerir ve kadınların direnişi, güçlenmesi, ataerkil sistemle mücadelesi gibi temalara odaklanır. Kitaptaki Ben, Ulrike, Bağırıyorum isimli oyunda Ulrike Meinhof, devrimci bir figürü ve  aynı zamanda kadının gücünü ve bağımsız düşünme yetisini simgeler. Fo, Meinhof’un  devrimci,  terörist ve toplumsal adalet uğruna savaşan yönlerini bir arada sunar.  Meinhof’un toplumsal sistemlerle mücadelesi, Fo’nun feminizmiyle örtüşür ve bu ilişki çerçevesinde kadının toplumsal güçlenmesinin önemi vurgulanır. Meinhof’un hikâyesi, feminist okumayla, bağımsız düşünme gücüyle,  kadınların patriyarkal yapılarla nasıl  mücadele edebileceğine işaret eder. 

Film

Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof (Orjinal isim: Der Baader Meinhof Komplex)
Yönetmen: Uli Edel,  2008 
Martina Gedeck, Moritz Bleibtreu, Johanna Wokalek 

Filmde “emperyalist Alman ekonomik sistemini dönüştürmek”  için 1970’lerde ortaya çıkmış olan  Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) kuruluşunu, grubun şiddet eylemlerini ve Batı Almanya devletinin  RAF terörizmiyle mücadelesi anlatılır.  Bu anlatıda Ulrike Meinhof’un düşüncelerindeki  dönüşüm  başarılı bir gazeteci ve Berlin Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’ndeki  evreleri incelenerek gösterilir. Gazeteciliği sırasında hükümetin  kapitalist ekonomi sistemini ve ülkenin Nazi geçmişi ile gerçekten hesaplaşılmamasını keskin bir dille eleştirir.  1968’de konkret dergisindeki bir yazısında  “Protesto, bir şeyin hoşuma gitmediğini söylemektir. Direnme ise, hoşuma gitmeyen şeylerin artık olmayacağı bir ortamı yaratan eylemdir.” der. 1970’de RAF kurucusu Andreas Baader’in hapisten kaçmasına yardım etmesiyle, görüşlerinde radikalleşir ve hayatındaki  dönüşümler başlar. Gazeteciliği  bırakır ve Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF) aktif  üyesi olur.  İki küçük ikiz kızından ayrılır.  Şiddeti çözüm olarak benimser. 

Film, vizyona girdiği dönemde büyük ses getirmiş ve Almanya’nın 2. Dünya savaşı çncesi ve sonrasındaki geçmişiyle hesaplaşmasına  dair ciddi tartışmalar başlatmıştır. 2009 yılında, film Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterilmiştir. Alman Film Ödülleri ve Bavyera Film Ödülleri gibi,  birçok prestijli ödüllerde, dönemin karmaşık siyasetini derinlemesine ele alışı nedeniyle adaylık ve ödül kazanmıştır. 

Feminist mesajlar?

Film, Ulrike Meinhof’un toplumsal eşitsizliklere karşı mücadelesine ve  içsel yolculuğuna, üst orta sınıf bir yaşamdan, şiddet ve anarşinin içinde kendi değerlerini sorgulayan bir sürece nasıl evrildiğine, devrimin haklılığı ve silahların getirdiği yıkım konularındaki görüşlerine tanıklık eder.

Film, Almanya’daki feminist tartışmalarda, kadınların direniş hareketlerindeki rollerinin bir özgürleşme deneyimi olup olmadığı sorusu üzerinden yürütüldü. Direnişteki  kadınlar ve   feminist isyan arasındaki sebep sonuş ilişkisi irdelendi. 

Feminizm karşıtları ise,   kadın teröristleri sapkın, aşırı bir özgürleşmenin vücut bulmuş hali olarak tanımladı ve kadın hareketinin hedeflerini ve aktörlerini itibarsızlaştırmayı amaçladı.  

Ulrike Meinhof’un bu hikâyesinde, sadece Almanya’nın geçmişi değil, aynı zamanda kadınların güçlenme mücadelesi, toplumsal hareketler, radikalizm,  feminist mücadele ve tarihsel bir figürün derin psikolojik portresi var. Fim, özellikle toplumsal adalet için mücadele eden kadınların karşılaştığı zorlukları ve güç mücadeleleri hakkında düşünmeyi öneriyor.

Mona Lisa Smile

mona-lisa-smile

Akademi ve eş

Mona Lisa Smile, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1950’lerin toplumsal sınırları içinde büyümüş olan genç kadınların, yaşamın anlam kazanması için yalnızca eş ve anne rollerinin gerekli olduğu öğretisine karşı çıkarak başka bir yaşamın mümkün olabileceğini gözler önüne seriyor. Bu karşı duruş, filmde özellikle Katherine Ann Watson karakterinin öğrencileriyle olan ilişkileri ve onların eğitim hayatlarını sürdürmesi için verdiği destekle anlatılıyor. 

Film

Mona Lisa Gülüşü (Orijinal isim: Mona Lisa Smile)
Yönetmen: Mike Newell, 2003
Julia Roberts, Kirsten Dunst, Julia Stiles

Yıl 1953. Sadece kadın öğrencilere eğitim veren, geleneksel ve tutucu değerlerin hüküm sürdüğü Wellesley Koleji’nde, Katherine Ann Watson, okulun yeni sanat tarihi dersi öğretmeni olarak işe başlar. Bu başlangıç aynı zamanda Watson’ın öğrencilerinin yaşamlarındakı bazı dönüşümlerin başlangıcı olur.  

Wellesley Koleji akademik başarıya önem vermenin yanında öğrenciler için evliliğin, hayatlarının mühim bir parçası olduğu öğretisinin hüküm sürdüğü bir okuldur. Öyle ki, öğrenciler herkesten önce evlenmek için yarışır. Aralarındaki “erkeğini bulmuş” ve bebek bekleyenleri, “şanslı” kadınlar olarak tanımlanır.

Zaman geçtikçe Katherine Watson, öğrencilerinin, toplumun ve okulun onlar için çizdiği sınırları ne derece içselleştirmiş olduklarını fark eder. Ancak Watson, genç kadınların kendilerine dayatılan kuralları öylece kabul etmemelerini, sorgulamalarını önemli bulan bir kadındır. Öğrencilerine yaşamda başka seçeneklerin de mümkün olabileceğini göstermek ister.

Elizabeth ve Joan

Kadınların geleneksel beklentilerle yetiştirilmeleri ve bu beklentilerin içselleştirilmiş olması, filmdeki Elizabeth ve Joan karakterleri ile işlenir. Elizabeth’in fikirleri üzerinde ailesinin etkisi büyüktür. Örneğin iyi bir eşin kendi fikirlerini, sanki eşinin fikirleriymiş gibi göstermesi gerektiğini annesinden öğrenir. Kendisi de evlenmek üzeredir ve evlenmeyen insanlar hakkındaki düşüncesi nettir: “Eğer insanlar evli değilse, bu onların tercihi değildir, yalnızca onları yeterince isteyen biri olmamıştır.” 

Joan da benzer içselleştirmeleri olan bir karakterdir. Katherine Watson, Joan’un aslında hukuk fakültesine gitmek istediğini ancak mezun olunca evleneceğini öğrenir. Halbuki Joan, Yale Üniversitesi’nde okumak için seçilmiş olan sadece beş kadından biridir ve burada olmayı istese de içten içe bu isteğinin gerçekleşmemesi gerektiğine inanır.

Saat beşte akşam yemeği

Katherine, Wellesley Koleji’nde okuyan kadınların başarılı öğrenciler olduklarının farkındadır.  1950’lerde üniversitelerde kadın öğrencilere ayrılan kontenjan sınırlı olduğu için, başarılı öğrencilerinin eğitimlerine devam etmek yerine evlilik hayallerine öncelik vermesini açıkça sorgular.

Joan’u hukuk fakültesine başvuru yapması için teşvik eder. Onu hedefine ulaşması için desteklediğini hissettirir, evliliğin ve üniversite eğitiminin birlikte yürütülebileceğine işaret ederek onu cesaretlendirir. Fakat kısa bir süre sonra Joan’un “saat beşte akşam yemeğini hazırlayabilmek” için hukuk fakültesine gitmekten vazgeçip, sevgilisi ile Philadelphia’da kalacağını öğrenir.  Katherine, Joan’a “saat beşte masaya yemeği koymasına” olanak verebilecek, başka fakültelerin de olduğunu anlatır. Joan ise az önce evlendiğini ve okumak için bir aile kurmayı feda edemeyeceğini söyler.

Ev

Elizabeth evlenir ancak hayal ettiği evliliği yaşayamaz. Eşi, Elizabeth’e sevgi göstermez. Elizabeth’i yalnız bırakır, zaman zaman haber dahi vermeden New York’a gider. Elizabeth anne ve babasıyla yaşadığı evine giderek durumu anlatır ancak annesi, ona evinin eşiyle beraber yaşadığı ev olduğunu söyleyerek onu gönderir.

Sıra dışı

Wellesley Koleji’ndeki kadın öğrencilere başka bir hayatın mümkün olabileceğini gösteren Katherine okul yöneticileri tarafından kabul görmez. Daha önce ders yöntemlerinin sıra dışı bulunduğu konusunda uyarı alan Katherine’e bu uyarı bir kez de yazılı olarak yapılır.

Sınırları aşmak

Elizabeth hayatına hayal kırıklıkları ile devam etmek istemez ve boşanmak ister. Tüm geleneksel görüşlere karşı çıkan, görüşleri kendisinden çok farklı olan arkadaşı Giselle ile birlikte yaşama kararını alır.

Katherine de hayatlarına dokunduğu öğrencileri gibi kendisine konulan sınırları aşarak ve Avrupa’ya gitme kararı alır. Filmin umut verici son sahnesinde, Katherine bir arabada giderken, kendilerine çizilen hayatı sorgulamayı, bununla yüzleşmeyi ve değiştirmeyi başaran öğrencileri de onu bisikletle takip etmektedir.  

Feminist Mesajlar?

Film, 1950’lerin baskıcı geleneklerine ve tutucu toplumsal cinsiyet rollerine karşı koyan kadınları anlatır. Kadınların hayatlarının sadece evlilikle sınırlı olmadığı ve meslek sahibi olmanın evlilik karşısında olan bir durum olmadığı mesajını verir. Kadınları, kendilerine ait kararları toplumun baskısı altında kalmadan verebilme konusunda cesaretlendirir. Kadınların toplumsal beklentilere boyun eğmek zorunda olmadığına, aksine toplumu şekillendirme gücüne sahip olduklarına işaret eder. Her kadının aynı yolu seçmesinin değil; her kadının kendi yolunu özgürce seçebilmesinin önemini vurgularken bu yolculukların her birinin değerini hatırlatır.